29 Nisan 2012 Pazar

OLASIM VAR


BoA HAYRANI OLASIM VAR 


Kpop dinlemeye başladığımdan beri sürekli duyuyordum Kore’nin divası diye, hatta ‘’ Bir bizim divamıza bakın bir de onlarınkine.’’gibisinden geyiklere de gülüyordum ama kimdir bu kız, necidir hiç araştırmamıştım. Birkaç ay önce bir albümünü indirdim İngilizce, daha sonra da birkaç klibini izledim ve ‘Olmuş,’’ dedim. ‘’Bu kız diva olmayı gerçekten hak ediyor.’’


Elbette ki gruplarla kıyaslamıyorum. Grupların hem dans hem ses hem de görüntü açısından avantajları var ama BoA’yı izlerken bir eksiklik hissetmedim ben. Farklı ve güzel bir sesi var, gayet iyi dans ediyor, çok da taş yani. Aslında ilk başlarda pek çok idolün ona hayranlığından dolayı sanatçı olmaya karar vermesinden falan yaşlı olduğunu düşünmüştüm. ( Misal Donghae, Taeyeon.) Yaşını öğrendikten sonra da bebekten çıkış yaptığını düşünmeye başladım. Hakikaten de baya küçük yaşta çıkış yapmış, albümleri baya satmış, pek çok konuda ilkler ona aitmiş… Bunlar da işin fasa fisosu.

Bayan idollerde pek tanıdığım kimse yok; G.NA, Son Dam Bi, IU ve BoA. Üzgünüm kızlar, BoA almış başını yürümüş. Zaten şirketin pisliğini kullanıp gruplarına laf edenler yüzünden sempatizanı olduğum SM’de. Yani ben olsam olsam BoA’nın hayranı olurum. 




AT OLASIM VAR 


Leyla ile Mecnun çok farklı bir dizi. İlk başladığı zamanlar Onur Ünlü varsa tamamdır diye düşündüğümden potansiyel izleyiciydim. Nesi farklı peki bu dizinin? En başta her şey doğal, diziyi izlerken kendinizi yerlere yatmış gülerken buluyorsunuz. Karakterlerin hepsi  orijinal; var mı Erdal Bakkal, İsmail Abi, Ak ve Az Sakallı Dedeler gibisi? Ve karakterlerin hepsi halkın içinden kişiler. Yıllarca evlere ayakkabılarla giren insanlar izledik, Allah aşkına kaçımızın evinde böyleydi ki?  

Bu dizide kahramanlarımız dertlendiğinde sigara içmek yerine sakız çiğniyor, alkol almak yerine üzüm yiyor ya da meyve suyu içiyor. Her şeyle, herkesle dalga geçiliyor bu dizide. Yeşilçam filmlerine, arabesk kültürüne, dizilere, güncel olaylara kısacası aklınıza gelebilecek her şeye göndermeler yapılıyor ve bu anları yakalamak acayip zevk veriyor insana. 

Leyla ile Mecnun ailecek oturup izlenebilecek seviyeli, kaliteli bir dizi kısacası. Ben de büyük bir L&M fanatiği olarak en ufak bir bıkkınlıkta, şaşkınlıkta ya da saçmalama anında ‘’ Allah’ım, at et beni.’’diye söylenir oldum. Olacaksak İsmail Abi olalım, Mecnun olalım, hiç olmazsa da at olalım. 


 ÇOK ÇALIŞKAN OLASIM VAR

Sözelci anne-babanın çocuğu olarak her zaman bir yazma hayalim olmuştu içimde, derinlerde bir yerde. Ortaokulda falan hatırlıyorum çok severdim kompozisyon yazmayı, neresini seviyorduysam artık. Sonra elbette ki kimse sormadı sözelci mi olmak istersin sayısalcı mı diye, puanın yüksek hadi fen lisesine. Bir de önümdeki fen lisesi mezunu doktor bir abla yönlendirmesi vardı tabii ki. 

Ben hiçbir zaman ders çalışmayı sevmedim ki, ne işim vardı fen lisesinde, deli gibi çalışan çocukların arasında. Edebiyat ve İngilizce sınavlardan en yüksek, matematik, kimya ve fizikten en düşük notları alarak bitirdim liseyi. İlk sene biraz zorlasam da sonradan saldım kendimi ve doğru düzgün kitap okumamaya başladım, soğudum lanet dersler yüzünden. Herkes sen böyle nasıl kazanacaksın üniversiteyi diye üstüme gelirdi o zamanlar. Biraz şansımdan, biraz da rahatlığımdan kazandım tıpı. Büyüklerin dediği ‘’ Üniversiteye kapağı at, gerisi kolay.’’sözünün ne büyük bir yalan olduğunu anlamam uzun sürmedi tabii ki. İnanılmaz bocaladım ilk dönem. 14 yıllık bir öğrencinin hala ders çalışmayı bilmemesi mümkün mü yahu? Bal gibi de mümkünmüş. Hala belli bir ders çalışma tekniğine sahip olmadığımı fark ettim. Gerçi bu dönem biraz daha adapte olduğumu hissediyorum. Yine de yetmiyor. Nasıl yetsin ki zaten, 20 dakika çalışıp 1 saat dinleniyorum, geçen komite sınav haftası bir dizi bir de anime bitirdim utanmadan. Ders çalışamamanın bir faydası oldu; kitap okumaya yeniden başladım. Bir tür kaçış yolu oldu kitaplar bu sene bana. Ama hem ders çalışıp hem kitap okuyan hem de animesinden-dizisinden vazgeçmeyen bir insan olamaz mıyım?  


Kısacası ders çalışabilmek benim için büyük bir sorun. Gerçekten çok isteyip de başaramadığım bir şey. Çalışkan, düzenli ve başarılı bir öğrenci olmak her zaman en büyük hayallerimden biri olacak.

EVİMDE, ANNEMİN DİZİNİN DİBİNDE OLASIM VAR

Bol isyanlı ve nefret dolu bir yazı olacak bu. Trabzon’un dengesiz havalarından, odamın bir damla güneş almayışından, her hafta sonu hasta oluşumdan ve evde limon olmayışından, bir de komitenin yaklaşmış oluşundan muzdarip haldeyim. 

Bilenler vardır illa ki, Trabzon’un ne sıcağı sıcak ne de soğuğu soğuktur. Her zaman iki arada bir derede, sabah montla donarak evden çıkarsın, öğlen sıcak bunaltır, akşam eve dönerken yağmurdan sırılsıklam olursun. Ben Anadolu çocuğuyum yahu, alışkın değilim böyle havalara. Bizde bahar gelir, yağmurlar kesilir, sıcak devam eder hep. Kafa karışıklığı olmaz, her sabah ne giysem diye saatlerce düşünmezsin. Kesinlikle Trabzon’u kötülemek değil amacım, sadece bu durum fazlasıyla sinirimi bozuyor. Yeşilliği, denizi, güzelliği bir kenarda dursun, ben bozkırlarımla, kışın ayazıyla yazın kuru sıcağıyla mutluyum.

Ee, mevsimler havalar demişken bu durum odası sadece güneş batarken karşı apartmanın penceresinden yansıyan ışığı alan bir insan olarak benim başıma patlıyor. Ben ki güneş delisi bir insanımdır, evdeyken en büyük zevklerimden biri öğleden sonra misafir odasında yüzüme güneş ışığı vururken uyumaktır. Zaten etrafımızı kocaman apartmanlar çevirmiş olsa da evimiz hala tüm gün güneş alıyor. Yani Trabzon’da, böyle kapkaranlık bir odada yaşamaktan nefret ediyorum. 

Havalar daha tam ısınmadığından ve olan güneşten de ben faydalanamadığımdan odam acayip soğuk. Kaloriferleri de yakmıyoruz, ben de sürekli bir hastalık halindeyim. Özellikle de hafta sonları,  devamlı hapşırmalar, baş ağrısı, halsizlik. İlaç kullanmayı sevmediğimden nane-limonla geçiştiriyordum genelde böyle soğuk algınlıklarını ama şimdi evde limon yok! Evet, dışarı çıkıp limon almak zor değil ama zaten üşengecim ben, zor geliyor ve ben kolayı seçip sadece sinir oluyorum. 


Yaklaşık 4 hafta önce evdeydim ama hiç hayal ettiğim gibi bir tatil olmadı. Gündüzleri zaten evde değiller, üstüne bir de babam her akşam dışarıdaydı ve annem Konya’ya gitmek zorunda kaldı. Ailece oturup bir çay bile içemedik yani. Ve ben daha 2 ay daha Trabzon’dayım. Bunu düşünmek gerçekten acı veriyor. Şimdi evde annemin dizinde uyuklamak vardı. Ama benim sabredip ders çalışmaktan başka yapabileceğim bir şey yok. Bir de çok üşüyorum ya, iyi ki polarım var. Her zaman yanımda olan, beni sarıp sarmalayan biricik polarım için bir yazı yazsam da olurmuş yani. Şimdilik bu kadar olasım gelen şeyler. Eminim devam edecektir…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder