25 Mayıs 2017 Perşembe

Shirin ve Hislerim


      Pek çok kişide böyledir herhalde, bir şarkıyı ne vakit sık dinlemişsek sonraki dinleyişlerimizde o zamanki hislerimize kapılırız.





      Benim bu şarkıyı keşfedişim de protez stajının başladığı vakitlere denk geliyor işte. Yorucu bir klinik günü bitmiş. Zar zor okuldan çıkabilmişim. Hava soğuk, gri bir Ankara günü sona eriyor ağır ağır. Ellerim ceplerimde bu şarkıyı dinliyorum eve yürürken. Bir yandan seviyorum bu yolu, düşünüyorum aynı zamanda. Kafamda binbir türlü soru, acaba işlerim yolunda gidecek mi? Hoca onay verecek mi? Kesimi yetiştirebilecek miyim, hangi hastayı ne zaman çağırsam? Çıkamıyorum içinden, protez de gün gibi üstüme batıyor sanki. Karanlık diye çöküveriyor gözlerime. Günüm güzel geçmiş, işlerim rast gitmişse kafam biraz daha rahat, etrafımı izliyorum. Zaman zaman insanlara bakıyorum yanımdan geçen. Hep merak etmişimdir nasıl hayatları var diye insanların. Tahminlerde bulunuyorum, kesin işten çıkmış şu amca. Evde belki 1 tane çocuk, diğerleri büyüktür çoktan ayrılmışlardır evden, ya üniversite ya evlilik ya askerlik... Yolumun üzerinde bir ilkokul, kimi çocukların elinden annesi-babası tutmuş eve götürüyor. Kimi hala bekliyor, kimi çoktan yolun karşısına geçmiş, belli ki eve kendisi gidecek. Kendi ilkokul yolumu hatırlıyorum, gerçekten çok güzeldi. Ben de zaman zaman okula servisle gidip gelmeyi ya da babamın beni bırakmasını ve çıkışta kapıda beklemesini isterdim ama evimiz okula yakındı. Oldukça yakındı hem de. Babam beni okuldan ya iki ya üç kez almıştır 9 yıllık eğitim hayatım boyunca, o da yağmur yağdı diye. Arada sırada heves etsem de öbür türlüsüne, severdim okula yürümeyi. Sağlı sollu ağaçlıklı, güvenli bir yoldu. Sabahları da öğle vakitleri de benle birlikte bir sürü çocuk olurdu gidip gelirken. Hala seçimlerde orada oy kullanırız ailece. Boydan boya 8.caddeyi katetmeye devam ediyorum. Modernite beni de vurmuş, her şeyin ikinci kalite olanlarının da satıldığı bir markete giriyorum. Sebep yok, bir uğrayayım düşüncesi var biraz. Çalışanlardan biri çok ilgimi çekiyor her seferinde. Yaşı biraz var abinin ama mutsuz olduğu o kadar belli ki. Diğer çalışanlar gibi değil, daha bir mutsuz. Sanki böyle "ben burda olmayı haketmiyorum" der gibi. "Çok daha iyi yerlerde olmalıydım, burası ne ki" der gibi. Her an bir sigara yakıp kaçırdığı fırsatları anlatmaya başlayacakmış gibi. Bu abiyle alakalı bir öykü yazmayı hayal ediyorum. Yazmayı hayal edebiliyorum sadece, öyküyü hayal edemiyorum. Fazla da üstünde duramıyorum. Bir caprisun -hani şu küçükken içtiklerimizden- alıyorum, evde kızlarla yeriz diye de birkaç abur cubur, çıkıyorum. İlerledikçe tıp fakültesinden çıkmış insanlar düşüyor yoluma ellerinde önlüklerle. Yine dalıyorum, internler mi yoksa stajyerler mi? Ben tıp fakültesinde olsaydım nasıl olurdu, kotarabilir miydim acaba? Her neyse diyorum, nasıl olsa tıp fakültesinde değilsin. Olman gereken yerde olman gerekiyormuş demek ki. Çünkü "Olmuş olan olacak olanların en hayırlısıdır." Yavaş yavaş yolum bitiyor. Eve iyice yaklaşıyorum. Akşam olmuş çoktan. Yol bitiyor ama ne düşüncelerim ne de protez stajı bitmiyor. Evet yaklaşık 6 aydır 1 aylık stajı bitirme çabasındayım ama inatla bitmiyor. İnşallah bitince de ne dinlediğimi ve neler hissettiğimi anlattığım bir yazı yazmak nasip olur.








5 Mart 2017 Pazar

GEÇ GELEN ŞÖHRET - ARTHUR SCHNITZLER

             Oldukça zor bir soyadını yazdıktan sonra yazıma başlıyorum. Kitabımız Aylak Adam yayınlarından. Almanca aslından çeviren ise Bilgin Ölek.




                                                        Arthur Schnitzler



             Adı üstünde geç gelen bir şöhretten bahsediyor kitap. Şimdilerde kendi halinde yaşayan, bizimkilerin okey oynadıkları kahvehanelere denk geldiğini tahmin ettiğim kahvehanelerde-birahanelerde kendisi gibi üç beş arkadaşıyla takılan eski bir şair Bay Saxberger. Daha doğrusu herhalde şair diyemeyiz, zamanında bir şiir kitabı yazmış fakat sonrasında el ayak çekmiş edebiyat aleminden. Memuriyete dalmış, şiirsiz bir halde hayatını idame ettirmekteyken bir gün Meier isminde genç bir adam Saxberger'in yanına geliyor ve kendisine 30 yıl önce yazmış olduğu kitabı Gezintiler'i okuduğundan, kitaptan çok etkilendiğinden bahsediyor. Tabi yaşlı şairimiz şaşkın. Üstelik bay Meier yalnızca kendisinin değil bir grup edebiyatla ilgilenen arkadaşının Gezintiler'e bayıldığından söz ediyor. Saxberger uyandırdığı ilginin getirdiği çekicilikle birlikte bu gençlerle vakit geçirmeye başlıyor. Ve hikaye bu şekilde ilerliyor.


            Kitabı aldığımda insan psikolojiisine dair bir şeyler anlattığını okumuştum arkasından. Nitekim bir şeyler yayınlayıp yani ki insanlara bir şeyler sunup sonrasında bunları kendisi bile unutan adamın bir anda karşılaştığı ilgi ve bu psikolojiyle olaylara verdiği tepkileri okuyoruz. Bulunduğu grupta ilkin oldukça hürmet gören Saxberger'den bir şey rica ediyor bu minik edebiyat grubu "Coşkunluk", düzenleyecekleri şiir gecesinde okuması için bir şiir yazmasını. Saxberger, yıllar yıllar önce ilham aldığı, düşündüğü ve şiirine yolları açtığı mekanları dolaşıyor; oturuyor saatlerce kafa patlatıyor fakat hayır, gençlere gösterebileceği bir şiir yazamıyor. Sonrasında bunu onlara dürüstçe şiir yazamadım diye açıklamak yerine tembellik ettiğini ve vaktinde şiiri bitiremediğini söylüyor. Belki bu yüzden, yani, kendilerini oldukça farklı bulan ve edebiyatta önemli yere sahip olduklarını düşünen bu grubu bir nevi küçümsemek ve önemsememek manasına gelen "tembellik" detayı yüzünden, belki de "Saxberger'in yeni şiiri"nin gecede yaratacağı  ilgiyi kaçırdıkları için bu açıklama sonrasında Saxberger'e karşı tavırlar değişiyor. Bu arada şunu da söylemek istiyorum, okurken çok dikkatimi çekmişti ve gülmüştüm. Coşkunluk grubunun da her edebiyat cemaati gibi sürekli takıldığı bir mekan var elbette. Saxberger yeni yeni onlarla takılmaya başladığı sırada yan masadakilerden için "yeteneksizler" şeklinde konuşulduğunu duyuyor ve neden onlara yeteneksizler dediklerini soruyor. Onlar da kendi masaları dışındaki masalarda oturanlara "yeteneksizler" dediklerini söylüyorlar. Çok tanıdık! Öyle bir edebiyat masasında hiç oturma fırsatım olmadı fakat bizde de vardır diye düşünüyorum. Ve bu aslında grubun dağılışına da bir işaret, kitap bitince anlıyoruz.


             Aslında ben olsam ne yapardım sorusunu sıklıkla soruyorsunuz kitapta. Ve ister istemez Saxberger'in samimiyetini sorguluyorsunuz. Niçin o gençlerle takılıyor, konuşulan konulardan hoşnut olduğu için mi, kendisine gösterilen saygıdan mı yoksa sadece içlerinde mutlu olduğu için mi? (Bu esnada sevgili ev arkadaşım G. bana çay getirdi, kendisine buradan sevgiler yolluyorum) Bence ikincisi çünkü kendisi şiir yazamadığında çözüm olarak Gezintiler'den uygun birkaç şiirin okunmasına karar veriyorlar. Fakat tam o gün şiirleri okuyacak olan tiyatro oyuncusu kadın hastalanıyor ve geceye katılamama ihtimali konuşuluyor. Saxberger'in etekleri tutuşuyor tam manasıyla, korkuyor şiirleri okunamayacak diye. Buradan da anlıyoruz ki kendisi için önemli olan aslında gördüğü hürmet bile değil belki de, küçük çaplı şöhretinin artması.


              Tiyatro oyuncusu kadın diye bahsettiğimiz şahıs ise geçkince bir tiyatro oyuncusu, grubun hafiften işveli cilveli kadın elemanı gibi sanki. Saxberger bence bu kadının gösterdiği ilgiyle de sınanıyor. Doğrusu gösterdiği tepkinin doğruluğu yanlışlığı üzerinden bir sınanma diyemeyiz buna. Sadece yıllardır yalnız yaşayan bir erkek olarak bu kadının ilgisi de onu şaşırtıyor ve ayakları yere sağlam basan bir tepki veremiyor kadına. Bir anda edebi alanda kendisine gösterilen ilgi, gençler tarafından "üstat" yerine konmak, kazandığı-kazanabileceği şöhret ve bir kadının sevgi dolu bakışları. Hepsi beklenmedik şekilde bir araya geliyor Bay Saxberger için.


             Okurken küçük küçük notlar da alıyorum, kendi adıma o esnada sorguladığım şeylerden birisi de Coşkunluk grubundan gördüğü ilgiyi eski kahvehanesindeki arkadaşlarından göremeyen Saxberger'in kendi kendine "Onlardan farklı olduğumu anlamalarını sağlamış mıydım ki?" şeklindeki düşüncesiydi. Artık herkes kendisinin çok farklı olduğunu anlatmaya çalışıyor sanki. Hepimiz, kendimi de katabilirim buna.Ya da genelleme yapmak doğru olmayabilir bilemiyorum. Yine de belki dinlediği şarkılarla, belki okuduğu kitaplarla, dış görünüşüyle, izlediği filmlerle bir şeyler ispat etme çabası popüler olmaya başladı. Ki bu bile bu tavrın artık "sıradanlaştığını" gösteriyor. Halbuki her birimiz kalplerimizle bambaşka birer alemiz. Bunu niçin ispata kalkışıyoruz? Herkesin bizi bilmesine ne gerek var? Herkesten farklı olsak ne yazar ya da. İçimizdeki şöhret tutkusundan ileri geliyor olsa gerek bu hisler.



           Dikkatimi çeken bir husus da Saxberger'in Coşkunluk grubuyla takılmaya başladıktan sonra kendinden yeniden umutlanmaya başlamasıydı. Burda şunu düşündüm, Saxberger sanki birileri okusun, ona ilgi göstersin diye yazıyor-yazmak istiyordu. Çünkü edebi manada körelmesini -kendisinden beklenilen şiiri yazamayışı- de şu kahvehanedeki eski ihtiyar arkadaşlarına ve onların yetersiz edebi zevklerine bağlıyordu. Onlarla birlikte takıla takıla sanki uzaklaşmıştı edebiyattan, böyle düşünüyordu. Yazmak illa birileri duysun, okusun, beğensin diye mi? Bence değil, olmamalı. Tamamen içten gelen bir şey olmalı ki yine kalplere ulaşsın. Bu beklentiye girilerek yazıldığında ve beklentiler karşılanmadığında uzaklaşma psikolojisine girdi belki de Saxberger ve ben burada yine onun dürüstlüğünü daha doğrusu samimiyetini sorguluyorum.

           Kitaba geri dönecek olursak, Coşkunluk üyeleri zaten pamuk ipliğiyle bağlıymış birbirlerine ki düzenledikleri şiir gecesi sonrasında tepkiler bekledikleri gibi gelmeyince puf diye dağılıveriyorlar. Saxberger de kendi sessiz sakin hayatına geri dönüyor, belki de huzuruna tekrar kavuşuyor. Sonuç olarak bence geç gelen bu küçük şöhreti kaldıramıyor.
     
           
          Kitapta kendimle en çok özdeşleştirdiğim kişi de Winder'di. Kitaplarda kendimle birilerini benzetmek hep yaptığım bir şey sanırım. Winder'in o saygı dolu hali ve belki de vasıfsız oluşu kendimi ona yakın hissettirdi.
                         
                               



                     Bir başka kitap yazısında daha görüşmek üzere. Hepimize iyi okumalar! :')




       

       

25 Eylül 2016 Pazar

   

              BENİM GÖZÜMDEN

              Milletimizin atlattığı kocaman bir badireden bahsetmek istiyorum kendimce. 15 Temmuz'dan.



       16 Temmuz'da çok sevgili ablamın nişanı olacaktı ve bu sebeple evimizde normal nüfusumuza ek olarak baya bir kişi daha vardı. Ablam ve nişanlısı da İstanbul'dan yola çıkmışlardı saat 22:00'da ama çok ilerleyememişlerdi tabiki. Hatta bu darbe fikrini ilk o söylemişti bize. Otobüs durumdan ötürü durmak zorunda kalmış bir yerlerde, e haliyle içerde bir sürü insan haber alıyorlar birilerinden. Teyzenin biri de tutmuş askeri darbe oluyor demiş. Ablam da bize telefonda, teyzenin biri böyle böyle diyor diye söylemişti ve gülmüştük... Meğer ağlanacak halimize gülmüşüz. Olayların seyri malum zaten, hanelerden yükselen kocaman şok dalgalarıyla televizyondan olayları takip ettik. Başbakan'ın açıklaması, sonra TRT'den yayınlanan kıytırık darbe bildirisi.. Bildiri okununca bitti diye düşünmüştüm niyeyse. Hep filmlerde, dizilerde izlediğimiz sahneyi yaşıyorduk. Sokağa çıkmak yasaklanmıştı! Şaşkındık, belki de ben şaşkındım en çok. Hayal ettiğimde çok korkunç gelmişti bu durum. O sıradaydı sanırım, bu sefer de Cumhurbaşkanı telefonla bir kanala bağlanmış ve herkesi meydanlara çağırmıştı. Önce şu detayı vereyim, evimizin çok yakınında belediyeden ilanların verildiği bir hoparlör var. Sık sık cenaze ilanları da verilir, çok iyi bir hatırlatıcıdır yani bizim için. Cumhurbaşkanının çağrısından sonra her zamanki gibi hoparlörün açıldığına dair gelen o hışırtı sesi geldi ve yine aynı ses "İlan" diye söze başladı. O anki heyecanımı ve korkumu anlatamam. Zaten bildiri okunurken hissettiğim şeylerin üstüne bu gelince, herhalde sokağa çıkma yasağını bir de buradan duyuracaklar diye düşündüm. Gözlerim doldu. İlanın gerisinin gelmesinden önceki birkaç saniyede o kadar çok şey doluştu ki aklıma. Sabaha nasıl çıkacağız sorusunu sordum kendime, ertesi gün nasıl olacak? Şükür ki o birkaç saniye zamanın göreceliliğiyle benim için yavaş geçse de ilanı duyuran kişinin sesi tekrar duyuldu ve cumhurbaşkanının çağrısı bir de buradan yinelendi. Toparlanıp meydana gittik iki arabayla. Meydanın yarısı çoktan dolmuştu. Evet küçük bir Anadolu şehriydi bizimki ama çok şükür insanlar bu duruma duyarsız kalmamışlardı. Bir yandan ablamlardan haber almaya, bir yandan meydandaki ekrandan olayları takip etmeye çalıştık. Yine kırılma noktalarından biri verilen selalar oldu o gece. Bizim oradaki meydanın hemen karşısında bir cami var. Hepimizin yüzü ekrana dönükken bir anda sela verilmeye başlandı ve hepimiz, herkes yüzünü camiye döndü. Gözlerimiz dolu dolu, tüm meydan selayı dinledik. O sela okunurken hepimizin kalbi birdi. Böyle bir duyguyu ilk o zaman yaşadım sanırım. Tüylerim diken diken olmuştu. Çok çok güzeldi. Aynı anda hem korkuyu hem hüznü hem mutluluğu yaşadım. Çok şükür ki hala bizi bir arada tutan şeyler vardı...


        Sabahı meydanda bitirdik. Eve döndüğümüzde olaylar, yaşananlar yavaş yavaş ortaya çıkıyordu. Ankara'da, İstanbul'da birçok insanımız şehit oldu. Allah onlardan razı olsun, yakınlarına sabır versin. Yine de onlar çok güzel insanlardı ki çok güzel bir mertebeye eriştiler. Ne mutlu eşlerine, çocuklarına.. Ve Ömer Halisdemir isimli kahramanla tanışmış olduk. Tanıdığım bir şair, böyle bir insanın kalmış olabileceğine inanmazdım demiş bir paylaşımında. Ben de kesinlikle böyle düşünüyorum. Bilemezdim, hiç tahmin edemezdim böyle bir yiğidin olabileceğini aramızda. Allah ondan bin kere razı olsun. Bu ülkede nice nice Ömer'ler yetişir inşallah. Ve en çok da nasıl bir millet olduğumuzu anlamış oldum. Tanımıyormuşum meğer bizi.


         Belki yaşanılanlar ileride çok çok farklı şekillerde ortaya çıkacak ama tankların önüne atlayan, kurşunlara karşı alnı dimdik duran, o köprüyü kimselere yar etmeyen insanları asla unutmayacağım ve eminim ki bir tek ben değil kimse unutmayacak. Milletimiz koskocaman bir destan yazdı o gece. Gerçek manada bir destan. Ve Korkmadı!  Ve asla korkmayacağını da bütün dünyaya göstermiş oldu. Allah bizim birliğimizi bozmasın ve böyle günleri tekrar yaşatmasın. Ülkemize, milletimize, birbirimize sıkı sıkı sarılmayı nasip etsin. Bize bunları yaşatanların da yüzlerini güldürmesin.


     







                        Belki merak edersiniz, ablamlar normal şartlarda cumartesi sabahı eve ulaşacakları evimize çok şükür sağ salim cumartesi akşamüstü ulaşabildiler. Nişanı da ertesi gün yaptık tabiki. :)




20 Eylül 2016 Salı

ROKA

Bugün kendisinden roka aldığım pazarcı abi bana her şey gönlünce olsun dedi. Çok basit değil mi? Belki sadece 1 dakika filan konuşmuşuzdur. Roka var mı diye sordum, var dedi. Bir tane alayım dedim, iki olsun dedi filan. Sonra ben de bitiremem ama neyse dedim, pazarda hayır demeyi yavaş yavaş öğreneceğim inşallah. Sonra o da bitiremezsen getir ben ekmek arası yapar yerim dedi, güldük. Tamam dedim. O da her şey gönlünce olsun dedi işte. Bu kadar. Komik gelebilir ama daha önce hiçbir pazarcı bana böyle bir şey söylememişti. Ve ben çok mutlu oldum. Sanki gittikçe kaybediyoruz güzel şeyleri. Çok çok çok basit bir şey değil mi bir insana her şey gönlünce olsun demek? Yine de kalplerimiz katılaşmaya başladıkça birisinin gönlünce olan şey bizim gönlümüze değer de bizim istediklerimizi engeller diye mi düşünüyoruz? Bilemiyorum. Velhasıl, rokaları ve pazarcıları sevelim. Bir de birbirimize iyi dileklerde bulunmaktan korkmasak daha güzel olacak sanırım, kendime de bunu telkin ediyorum. Sanmayın ki iyi dilek küpüyüm arkadaşlar, değilim malesef. "Velhasıl"dan sonra konu bitirilirdi ama ben bitiremedim. Neyse. Buraya bir de Tom Odell şarkısı bırakıyorum, içinde Kevin Spacey de var. Bence bakın.


Görüşmek üzere.






16 Ağustos 2013 Cuma

BABA, THE GODFATHER

Aylar sonra bir blogumuz olduğunu hatırladım. (Sonunda) Az da olsa blogu her gün okuyan birileri var düşüncesiyle kambek yapayım dedim. Geri dönüşüm muhteşem olmayacak ama belki ısınma turu olur bu benim için eheheh. :')



Aslında yazmak istediğim birkaç şey vardı ama dağınık, bir sürü konudan bahsettiğim yazılarımı hiç sevmiyorum, o yüzden sadece bir konuda karar kıldım. Efendim sizlere çoğumuzun öyle ya da böyle haberdar olduğu The Godfather filminin uyarlandığı Baba kitabından bahsedeceğim.

En baştan söyleyim yine, herhangi bir iddiam yok kitap tanıtımı yapmakta. Zaten tam bir tanıtım da olmayacak bu, sevdiğim şeylerle ilgili iz bırakma amacı güdüyorum. :')



Kitabın yazarı Mario Puzo; İtalyan asıllı Amerikalı bir gazeteci. Baba'dan önceki 2 kitabı, The Dark Arena ve Mamma Lucia tutmamış, ses getirmemiş. Yazarımız keyif ehli bir kumarbazmış meğer, Baba'yı da bir punduna getiririm de zengin olurum düşüncesiyle yazmaya başlamış. Başarılı da olmuş, kitap sadece Amerika'da milyonlarca satmış. Daha sonra filme uyarlanmış, Puzo senaryoda da yer almış.



Benim okuduğum Baba, 1973 basım e yayınlarından. Tabii ki dedemden kaçırdım. :D Kitap Balzac'ın ''Her büyük servetin arkasında bir suç gizlidir.'' sözüyle başlıyor. Olaylar Amerika'ya yerleşmiş olan Sicilyalı Corleone ailesi etrafında dönüyor. Don Corleone'un gençliğinden yetişkinlik çağına, nasıl saygın bir mafya lideri olduğuna tanıklık ediyorsunuz. İşin ilginç yanı hukuksuz işler yapan, yeri geldiğinde adam öldüren, adı üstünde mafya bir aileyi seviyorsunuz, hatta gerçekten erdemli ve dürüst insanlar olduklarını düşünüyorsunuz. Bu bile kitabı efsane yapmaya yetecek bir durum bence. Bir de İtalyanların, aile yapılarının biz Türklere ne kadar çok benzediğini fark edeceksiniz.


Öylesine başladığım bir kitaptı açıkçası, bitireceğimi hiç düşünmemiştim çünkü alışık olduğum ve sevdiğim bir tarz değil. Mafyaymış, silahlarmış, çetelermiş... Sizin de böyle önyargılarınız varsa atın bir köşeye hemen. Baba fazlasıyla sürükleyici bir kitap. Hiçbir yerinde sıkıldığımı hatırlamıyorum. Olayların gelişimi yerli yerinde. Karakterleri kolayca zihninizde canlandırabiliyorsunuz. Belki sonraki adımlar tahmin edilebilir ama işleniş tarzı insana zevk veriyor. Filmini henüz izlemedim ama romanın daha mutlu bir sonla bittiğini okudum, ki film de efsane, eminim o da harikadır ve en yakın zamanda izlemek kısmet olur.

Esen kalın efendim.

 


27 Nisan 2013 Cumartesi

BİRAZ DA BEN SAÇMALAYIM



Bir Termos vardı canı sıkılan… Yine uzun zaman olmuş bir şeyler yazmayalı. Blog ölmüş gitmiş garibim. Azıcık ilgi göstereyim diye açtım bilgisayarı bakalım neler olacak. 

Ben yine hasta oldum be sayın okurum, önemli bir şey değil tabii ki. Her zamanki öldürmeyen ama süründüren, insanı canından bezdiren soğuk algınlığı mıdır nezle midir neyse işte o tarz bir şey. Aslında hasta olmasam öyle güzel vakitler ki, havalar düzelmiş, ufukta henüz sınav görünmüyor (son 10 gün çalışmaya başladığım için böyle tabii) yani her şey çok güzel olabilirdi ama şu an böyle boğazımda garip bir tat, kokulara karşı bir hassasiyetim artmış falan. Öf yani. Mutlu değilim lan değilim işte!! 



Tamam, çok da kötü değilim de. Hem bize ne bundan da diyebilirsiniz ama dertliyim ben. Anlatsam mı acaba, yok anlatmayım en iyisi, iyice saçma bir insan olup çıkarım yoksa diye sürekli iç çatışmalar yaşadığım bir meselem var.

6 Ocak 2013 Pazar

I GOT A BOY!



Şu sınav haftamda dayanamadım ve üstüme vazife olmasa da bir klip şeysi yazayım dedim sayın okur. Üstüne vazife olmayan işlere neden bulaşıyorsun falan demiyorsunuz inşallah? Öyle bir SNSD fanı değilim ama birkaç gündür sürekli klibi, şarkıyı inceliyor ve eleştiriyordum. Dedim boşa gitmesin düşüncelerim. :D
  


İlk olarak pek çok kişi gibi ben de şarkının fazla karışık olmasından şikâyetçiyim, aynı sebepten 2NE1-I Love You’yu da sevememiştim.  Birkaç şarkının mixlenmiş hali gibi. Ha kendini bir şekilde dinlettiriyor orası ayrı.